İbrâhim b. Edhem Hazretlerinin (ks) Müthiş Duası



(İbrâhim b. Edhem Hazretlerinin Duası)  
İbrahîm bin Edhem hazretlerine âit iki dua yer almaktadır. Bunların ilki, mecmuanın 337. sayfasında geçen ve İbrahim b. Edhem hazretlerinin, Cum'a sabahı ve akşamında okumuş oldukları virdi; ikincisi ise, sh. 339'da yer alan ve bir-iki mısra'ını çoğumuzun ezbere bildiği nazım halindeki meşhur münacâtıdır. Biz burada, işte bu meşhur münacâtın tamamıyla Rabbimiz'e yalvarmak istiyoruz. Ama dilerseniz ondan evvel münacâtın sahibi bu büyük gönül insanı hakkında bir-iki cümle söyleyelim:
İbrâhim b. Edhem (rahmetullahi aleyh) Allah'ı seven, O'nun tarafından sevilip gönüllere sevdirilen, dolayısıyla da bizim altın tarihimize nâmı kaydedilmiş bir sûfî, bir zâhid ve bîr âlimdir; tek kelimeyle bir zirvedir ve bir ufuktur.
İbrahim b. Edhem, Mukâtil b. Hayyan, Atâ b. Meysere, Mukâtil b. Süleyman, Şakîk el-Belhî, Abdullah b. Muhammed el-Belhî, Sultânü'l-Ulemâ Bahâüddîn Veled gibi pek çok devâsa insanı yetiştiren ve İslam kültür ve medeniyet tarihinde çok önemli katkıları olan münbit Belh (Horasan) topraklarında dünyaya geldiğinde takvimler 714 senesini (H.96) gösteriyordu. Künyesi Ebû İshak, babasının ismi ise Mansûr'dur. Çok velûd, çok bereketli bir dönemin, tâbiîn döneminin çocuğudur. Tabiîn ve tebe-i tâbiîn tabakasındaki râvilerden hadis rivayet etmiş ‘sika' bir şahsiyettir. Bir çok büyükle maiyyeti olduğu gibi, İmam-ı Azam Ebû Hanife hazretleriyle de beraber olmuş hatta ondan ders almıştır. Bağdât, Şâm ve Hicaz'da meşhûr olmuş ve kendi döneminde Bizanslılara karşı yapılan kara ve deniz savaşlarına da iştirak etmiş ve yine böyle bir sefer esnasında Şam bölgesinde irtihâl-i dâr-ı bekâ eylemiştir. Sene 779 (H.162)'dir.
İbrahim b. Edhem (kaddesellahü sirrahû) , çok varlıklı bir ailenin evladı olarak dünyaya gelmişti. Bazıları onun bir hükümdar oğlu veya torunu olduğunu da söylerler. Yani bir veliahd idi. Fakat o, malı-mülkü, tâcı-tahtı, nâm u nişanı terkedip zühd yoluna sülûk etti. Çünkü Cenab-ı Allah ona daha gençlik yıllarında, gaybdan bir sesle asıl vazifesini hatırlamıştı. Evet, gayptan bir ses ona, “Ey İbrahîm, ne için yaratılmışsan onun peşinde ol!” demişti. Hayatının ilerleyen yılları tabiî olarak çileli geçecekti. Öyle de oldu; çilekeş bir işçi gibi çalışıp alnının teriyle kazandığıyla geçimini sağlamaya çalıştı. Zaten dünyayı elinin tersiyle bir kenara ittiği için de öyle geçim derdi falan yoktu. Hatta pek çok zaman bir iş bulup çalışıyor, kazandığıyla da ahbâb u yârânına ikrâm u izzette bulunuyor, kendisi ise ibadet ü tâatla meşgul oluyordu. Derdi ki, “ Lokmayı helâlinden temin edebilmek için çalışıp didinmek, geceleri ibâdet edip, gündüzleri oruç tutmaktan daha efdaldir. Çünkü her şeyin başı helâl lokmadır.”
Dünyayı terkedip yüzünü ukbâya çevirince Cenab-ı Allah da onu gönüller tahtına oturttu, kalb saraylarının sultanı haline getirdi. Onunla alâkalı olarak anlatılan şu hadise dünyanın dünyaya bakan yanlarına hiç de aldırış etmediğine pek güzel bir misal teşkil eder:
Bir gün sahraya çıkmıştı. Bir kuyudan su çekmek için kovayı sarkıttı. Geri çektiğinde kovanın gümüşle dolu olduğunu gördü. Hemen geri boşalttı ve tekrar sarkıttı. Bu çekişinde, altınla dolu olduğunu gördü. Bunu da geri boşaltıp, kovayı tekrar daldırıp çıkardığında, kovanın mücevherle dolu olduğunu gördü. Bunun üzerine şöyle niyazda bulundu. “Yâ Rabbî! Bana hazine veriyorsun. Benim arzum bunlar değildir. Ben abdest almak için su istiyorum. İhsân et” diye yalvardı. Kovayı tekrar kuyuya daldırıp çıkardığında su ile dolu olduğunu gördü.
Gecelerini umumiyetle tefekkür, namaz ve niyazla geçirip çok az uyurdu. ” Uyumadan nasıl durabiliyorsunuz?" diyenlere; “Nasıl uyuyabilirim ki, ağlamaktan bir an kesilemiyorum. Bu halde gözüme uyku girmesi mümkün müdür?” derdi. Namazını bitirdikten sonra ellerini yüzüne kapatır; “Yaptığım ibâdet doğru ve makbûl olmaz da, eski bir paçavra gibi yüzüme çarpılır diye çok korkuyorum.” buyururdu. Gündüzlerini ise genellikle oruçlu olarak geçirirdi.
Evet, bu kutlu zât, son derece samimi, hasbi, eğri-büğrü denilebilecek hiçbir yanı olmayan, müstakîm, söylediği sözler, hemen cemaat arasında heyecan uyandıran, bulunduğu yerde manyetik alanlar meydana getiren ve Cenab-ı Hakk'ın bu lütuflarını değerlendirerek de insanlara Allah Rasûlü'nün sünnet-i seniyyesini, evrâd ü ezkârını tâlim eden ve gönüllerde Allah'a teveccüh hisleri uyandıran bir mürşid ve bir hizmet insanıdır.
o, Hazreti Ali, Şâh-ı Geylânî, Fudayl b. İyaz, Bişr-i Hafî gibi, Allah Rasûlü'nün terbiyesinin meyvesi, başı Nübüvvet'in kademine değen binlerce büyük zattan biriydi: “ Eğer Efendimiz'den sonra peygamberlik mukadder olsaydı, bunların her biri İsrail Peygamberleri döneminde olduğu gibi nübüvvet semâsında pervâz edeceklerdi...”
İbrahim bin Edhem hazretlerinin ve emsali büyük zatların medh ü senasından âciz olduğumuza göre onun tarihçe-i hayatına bu kadarcık bir işaretle iktifa edip münacaatına müracaat edebiliriz:
***
إِلٰهِـي أَنْتَ ذُو فَضْلٍ وَمَنٍّ       فَإِنِّـي ذُو خَطَايَا فَاعْفُ عَنِّي
فَظَنِّي فِيكَ يَا رَبِّ جَمِيلٌ          فَحَقِّقْ يَـا إِلٰهِي حُسْنَ ظَنِّي
                                  
إِلٰهِي لَا تُعَذِّبْنِي فَإِنِّي              مُقرٌّ بِالَّذِي قَدْ كَانَ مِنِّي
يَظُنُّ النَّاسُ بِـي خَيْراً فَإِنِّي      أَشَرُّ الْخَلْقِ إِنْ لَمْ تَعْفُ عَنِّي

إِلٰهِي عَبْدُكَ الْعَاصِي أَتَاكَا        مُقِرّاً بِالذُّنُوبِ وَقَدْ دَعَاكَا
فَإِنْ تَغْفِرْ فَأَنْتَ أَهْلٌ لِذَاكَا       وَإِنْ تَطْرُدْ فَمَنْ يَرْحَمْ سِوَاكَا

إِلٰهِي تُبْتُ مِنْ كُلِّ الْمَعَاصِي      بِإِخْلَاصٍ رَجَاءً لِلْخَلَاصِ
أَغِثْنِي يَا غِيَاثَ الْمُسْـتَغِيثِينَ     بِفَضْلِكَ يَوْمَ يُؤْخَذُ بِالنَّوَاصِي
İlahî! Sen fazl u kerem ve izzet ü ikram sahibisin; benimse tek sermayem hatalarım ve günahlarım; ne olur kulunu affet!
İsyankar isem de affına olan ümidim hiç sarsılmadı; diliyor ve dileniyorum; kapıkulunu umduklarına nâil et!

İşte huzurundayım ve suçlarımı itiraf ediyorum; merhametinle muamelede bulun ve bu âciz bendeni azaba dûçar kılma!
Halk hep sâlih bir insan olduğumu düşünüyor; halbuki ben onların en kötüsüyüm; merhametine iltica ediyorum; beni bana bırakma!
İlâhî! Asî kulun yine kapına geldi; (dağlar azametindeki) günahlarını ikrar edip, ellerini Sana açıyor ve sadece Sana açar,
Şâyet Sen mağfiret edersen, hiç şüphesiz o Sen'in şânındandır; kovarsan dergahından, beni Sen'den başka kim affedebilir?!
İlâhî! Gönlümde nedâmet hisleri, bütün masiyetlerime “tevbe!” diyor ve kurtuluş fermanımı bekliyorum.
Hesabın pek ince olduğu o şedîd günde, ey yardım talebinde bulunanların biricik yardımcısı, nâçâr, Sen'in yardımını istiyorum.
***
İbrahim b. Edhem hazretlerinin bu nazım şeklindeki münacaatı hakîkaten çok içten, çok yürekten, zor söylenebilecek bir niyaz ve bir yakarıştır. Onun için de duadaki incelik ve içtenliği, değil yukarıdaki sönük tercüme ile, hiçbir şekilde ifade etmek imkanı yoktur. Binâenaleyh, manasına şöyle-böyle bir ıttıla' kesbettikten sonra mutlak sûrette orijinal metni tekrar edile edile ifadedeki samimiyet gönülde duyulmaya çalışılmalıdır.
Zaten bu münacaatın “İlâhî abdüke'l-âsî etâke/Rabbim, asî kulun kapına geldi” şeklinde başlayan dört mısra hemen hepimizin diline vird-i zeban olmuştur. Çoğumuz Rabbimizin huzuruna varıp da el açtığımızda o cümlelerin bizim halimize de tastamam tercüman olduğunu düşünürüz. Bir kısım kaynaklara göre İbrahim b. Edhem (kuddise sirruhû) bu dört mısraı, Harem-i Şerif'i ziyarete gittiğinde söylediği bir münacaatının içinde zikretmiştir. Bazı Allah dostlarının Kabe-yi Muazzama'ya yüz sürdüklerinde ‘teberrüken ve teyemmünen' okudukları o enfes münacaat da şöyledir:
***  
هَجَرْتُ الْخَلْقَ طُرًّا فِي هَوَاكَا        وَأَيْتَمْتُ الْعِيَالَ لِكَيْ أَرَاكَا
وَلَوْ قَطَعْتَنِي فِي الْحُبِّ إِرْبًا           لَمَا حَنَّ الْفُؤَادُ إِلَى سِوَاكَا

تَجَاوَزْ عَنْ ضَعِيفٍ قَدْ أَتَاكَا          وَجَاءَ رَاجِيًا يَرْجُو نِدَاكَا
وَإِنْ يَكُ يَا مُهَيْمِنُ قَدْ عَصَاكَا        فَلَمْ يَسْجُدْ لِمَعْبُودٍ سِوَاكَا

إِلَهِي عَبْدُكَ الْعَاصِي أَتَاكَا            مُقِرًّا بِالذُّنُوبِ فَقَدْ دَعَاكَا
وَإِنْ تَغْفِرْ فَأَنْتَ أَهْلٌ لِذَاكَا           وَإِنْ تَطْرُدْ فَمَنْ يَرْحَمْ سِوَاكَا
“Ya Rabbi, Sen'in aşkına tutuldum. Sen'den gayrı her şeyi terk edip huzuruna geldim. Seni gördükten sonra, bakışlarım başka şey görmez oldu... Beni parça parça etsen bile bu gönül Sen'den başkasına asla meyletmeyecek.
Kapına gelmiş ve Senin şefkatine nâil olmayı uman bu zayıf bîçârenin günahlarını affet. Her ne kadar defteri isyanla dolu olsa da, ey Müheymin, Sen'den başkasına secde etmedi, etmeyecek.
İlâhî! Asî kulun yine kapına geldi; (dağlar azametindeki) günahlarını ikrar edip, ellerini Sana açıyor ve sadece Sana açar. Şâyet Sen mağfiret edersen, hiç şüphesiz o Sen'in şânındandır; kovarsan dergahından, beni Sen'den başka kim affedebilir?!”
Derler ki, İbrahim b. Edhem (rahimehûllah), tam bu mülahazalarla dopdolu olduğu ve bu duanın manevî atmosferi içinde bulunduğu bir sırada, Kâbe'nin kenarında oğlunu görür. Oğlu da onu görmüştür. Senelerin verdiği hasret, ikisini birbirine koşturur. Tam sarmaş dolaş olurlar ki, hâtiften bir ses gelir: “İbrahim, bir kalbde iki sevgi olmaz!” İşte o zaman İbrahim b. Edhem ikinci çığlığı basar: “Muhabbetine mani olanı al, Allahım!” İşte o anda oğlu ayaklarının dibine yığılıvermiştir.
***
Görüldüğü üzere her iki münacaatta da müşterek tem'a, Hakk'ın huzurunda hata, günah ve isyanların itiraf edilmesi ve bunun da ötesinde bir insan ne ölçüde düşerse düşsün, ne kadar günah bataklıklarına batmış olursa olsun, dönüp geleceği yerin yine Cenâb-ı Mevlâ'nın huzuru olmasıdır. Zaten gerçek bir kula yakışan başka değil sadece budur. Başka türlü de düşünülemez zira Allah ü zü'l-Cemâl yegane Rabb'dir ve merhametiyle bütün varlığı kuşatmış, rahmeti, re'feti, şefkati de gazabına sebkat etmiştir.
Ehlullah diye nitelendirdiğimiz Allah dostları işte bu yüksek hakîkatin özünü pek iyi kavramış ve dualarını hep benzer ifadelerle süslemişlerdir. Hatırlanacağı üzere Abdülkâdir Geylânî hazretleri de, el-Kulûbü'd-Dâria'daki duasında, “ Ya Rab! Gece, karanlığıyla mevcûdâtın üzerini örtünce döşekler de seriliverdi ve sevenler sevdikleriyle başbaşa kaldılar. Ben de Sen'in huzuruna geldim. Ulu dergâhına sığınan bu kimsesiz kulunu kovacak olursan ben gidip hangi kapıya iltica edebilirim ki! İlâhî! Yakınlığından mahrum edersen beni, o zaman ben kimin yakınlığını umabilirim ki! İlâhî! Şayet Sen bana azap etmeyi murad buyurursan, ben biliyorum ki, cezalandırılmaya fazlasıyla müstehakım! Fakat affınla sarıp sarmalarsan, o da Sen'in lütfun ve keremindir.” diye sesleniyordu.
Evet, Hocaefendi'nin de işaret buyurduğu gibi, gerçek kulluğun ma'nâsı budur. Yani, kulluk bir ısrar ve kapıda durup beklemedir. Kul kapıda duracak, belki de bir ömür boyu kapının açılmasını bekleyecek; fakat hiçbir zaman kapıyı terketmeyecektir. Hem de ilk günkü iştiyakı hiç eksilmeden, ülfet ve alışkanlıklar aşkını, şevkini alıp götürmeden, ibâdetleri ruhsuz birer jimnastik haline getirmeden.. ilk günkü tazelik, ilk günkü havf ve reca ile dopdolu olarak zamanla yarışmak, işte gerçek kulluk!
Dilden dile dolaşa dolaşa ‘müptezel' bir hal almış olsa da şu menkıbe çok manidar ve mevzumuz açısından da çok ibretâmizdir:
Allah'ın velî kullarından biri, senelerce Rabb'e kullukta bulunur. Nice müridler yetiştirir. Yetiştirdiği müridlerin bir gün gelir ki gözlerinden perde açılır ve şeyhlerinin durumunu müşahede ederler. Ne acıdır ki, Levh-i Mahfuz'da şeyhleri “Şakî olarak” yazılmaktadır. Bir bir onu terkederler. Sonunda sadece sadık bir mürid kalır. Durumu çok iyi bilen fakat bir ders daha vermek için sabırla olanları seyreden şeyh bu müride sorar: “Arkadaşların niçin dergâhı terkettiler; artık gelmiyorlar.” Mürid, utanarak cevap verir: “Efendim, der. Sizi şakî olarak gördüler ve onun için halkayı terkettiler.” Şeyhin dudaklarında buruk bir tebessüm belirir. “Yavrum, der, ben onların daha henüz gördüklerini kırk seneden beri görmekteyim. Ama başka kapı mı var ki oraya gideyim?” Şeyhin bu sözü semayı ihtizaza getirir. Levha birden değişir. Şimdi o, elden ele bir gül gibi koklanan bir mutlu ve bir saiddir.
Sahâbiden sonraki devirlerde, toprak öyle münbit ve verimli hâle getirilmiştir ki, binlerce Allah dostu, Hak yârânı yetişmiştir ve bunlardan hiçbiri o kapıyı terketmemiştir. Biz ve bizim gibi iman mevhibesiyle şereflendirilmiş topyekün müminler de o kapının sâdık bendeleri olmalı, nerede kaç defa düşersek düşelim, kalkıp doğrulmalı ve koşarak o kapıya teveccüh etmeliyiz. Katiyen unutmamamalıyız ki, teveccüh teveccühe olur ve hiçbir teveccüh de teveccühsüz bırakılmaz.
Evet, insanın günahlarının farkında olması, onların en küçüğünü bile dağlar cesâmetinde görmesi, onlarca yıl evvel işlediği bir günah ya da hatadan dolayı dahî kendini sorgulaması tasvip hatta ısrarla tavsiye edilen bir davranış olsa da, o günahlardan dolayı ümitsizliğe düşmek her şeyden evvel Cenab-ı Hakk'ın afv, merhamet ve şefkatini hafife alma k sayılır ki, o da çok büyük bir saygısızlıktır. Bize düşen bir yandan,
“Bu suçlarla beni tartarsa Rahman,Kırılır arsa-yı mahşerde mîzan” (Alvarlı Efe hazretleri) deyip, hata ve isyanlarımızın en küçüğünü bile kebâîr/büyük günahlar kategorisinde değerlendirmek ve hep nedâmet hisleri içinde kıvrım kıvrım iki büklüm olmak; diğer yandan da,
“Ger günahım kûh-i Kaf olsa ne gamdır ya Celîl,Rahmetin bahrına nisbet ennehû şey'ün kalîl.” (Anonim) diyerek Allah'ın rahmetinin vüs'atini, enginliğini hiçbir zaman mülahazalarımızdan dûr etmemektir. Evet, günahlarımız Kâf Dağı kadar cesîm bile olsa, Cenab-ı Rahmân ü Rahîm'in rahmet deryasının yanında bir şey-i kalîl yani hiçbir şeydir.
Cümlelerimize enfes bir beyitle nihayet verelim:
Bir kapı bağlarsa açar bin kapı
Fâtihü'l-ebvâbdır Allah, efendi! (Emrah)

Yorum Gönder

0 Yorumlar